Thursday, December 11, 2025

UGS: Emperyalist-faşist moment!

 

ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım. UGS salt bir dış politika metni değil; Amerika’nın özellikle Latin Amerika’ya yönelik tarihsel bakışını radikal biçimde yeniden canlandıran, bir emperyalist/faşist proje: 19. yüzyılın ikinci yarısında ABD emperyalizmi, hegemonyası yükselirken tasarlanan Monroe Doktrini, 21. yüzyılın ilk çeyreği biterken yeniden gündeme geliyor. UGS yalnızca Latin Amerika’ya dış müdahaleleri engelleme iddiası taşımıyor; Latin Amerika’yı ekonomik, siyasal ve askeri bakımdan ABD’nin doğal hâkimiyet alanı olarak ilan ediyor.

MONROE DOKTRİNİ

UGS’nin Latin Amerika doktrini, klasik emperyalizmin güncellenmiş bir versiyonu. 

(...)

Bu noktada, Project 2025’in UGS’de yankılanan Latin Amerika’ya dair dili, tarihsel Monroe Doktrini’nden bile daha çıplak: “Arka bahçe”metaforundan hareketle ülkelerin iç politikasına müdahale hakkı, tehdidi ve gerekirse zor kullanma opsiyonu açıkça dile getiriliyor. Bu, yalnızca jeopolitik kontrol değil; siyasal öznellik -egemenlik- üzerindeki bir tahakküm iddiası. Bu stratejik yaklaşım, siyasal teori açısından baktığımızda, klasik emperyalizm ile faşist mekân anlayışı arasında dikkat çekici bir kesişme yaratıyor.

LEBENSRAUM

Faşizm, yalnızca totaliter bir yönetim değil, aynı zamanda ulusun “hak ettiği yaşam alanını” (Lebensraum) genişletme iddiasıdır. Nazi Almanya’sının Lebensraum kavramı, etnik, kültürel üstünlük varsayımına dayanarak komşu coğrafyaların siyasal bağımsızlığını geçersizleştiren bir söylem üretmişti.

Project 2025’in etkisiyle UGS’ye giren “kültürel bütünlük”, “medeniyetin korunması” ve “demografik dönüşüm tehdidi” gibi ifadeler, açıkça ırkçı bir etno-nasyonalist perspektife yaslanır. 

(...)

 Tarihsel olarak Nazi Almanya’sının Volksgemeinschaft ve Lebensraum kavramlarında gördüğümüz gibi, “kültürel uyum” ve “yaşam alanı” gerekçeleri bugün UGS’de hemisferik hâkimiyet, göçün bastırılması ve Latin Amerika’nın yeniden şekillendirilmesi için kullanılıyor. Hatta “uygarlığı gerilemekte olan” Avrupa’yı da (kurtarma niyetiyle) kapsıyor. Böylece metin, jeopolitik stratejiyi etno-ırksal bir hiyerarşiyle birleştirerek tehlikeli bir yeni-faşist mekân ve nüfus mühendisliği anlayışını meşrulaştırıyor.

(...)

Kısacası, Project 2025 ışığında hazırlanmış UGS (kimi yorumcular “Vance-Miller” belgesi diyor), emperyalizm ile faşist mekân politikasını birleştiren, Latin Amerika üzerinde hak iddia eden, Avrupa’da rejim değişikliği arzulayan, yeni bir stratejik moment yaratıyor.

Ancak Latin Amerika’nın hafızasında, ABD’nin askeri darbelerine, örtülü operasyonlarına, bölge halklarının tepkilerinden kaynaklanan güçlü bir antiemperyalist, Avrupa’da da her şeye rağmen ilerici demokratik bir gelenek var. UGS’nin yeni “hemisferik Lebensraum” vizyonu yeni savaşlar, baskıcı rejimler üretecek.


yazının tamamını okumak için tıklayınız

Monday, December 08, 2025

2026’ya girerken: Yeni kapitalizm/ faşizm

 

Council on Foreign Relations’ın kasım ayında açıklanan “ABD, ekonomik güvenlik yarınların teknolojilerinde yarışı kazanmak”raporunun ardından geçen hafta açıklanan 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisi (UGS), ABD açısından, Washington mutabakatının (Wall Street-Hazine-IMF) önceliklerini yansıtan neoliberal küreselleşme yaklaşımını terk ettiğini; bu hegemonik blokun yerini teknoloji sermayesinin öncülük ettiği; devletçi, korumacı, faşizan yeni bir hegemonik blokun aldığını ilan ediyor. UGS 2025, salt Amerikan dış politikası açısından değil, kapitalizmin küresel evrimi açısından da tarihsel bir kopuşa işaret ediyor.

Neoliberal dönem, sermayenin engelsiz dolaşımı, işçi haklarından kaynaklanan engellerin tasfiyesi; ticaretin, finansın ve üretimin ulusal sınırları aşarak tek bir dünya pazarı yaratması demekti. Bu dönemde devlet, piyasanın “etkinliğini” engellemeyecek, sermayenin özgürleşmesini güvence altına alacak bir biçim alıyordu; WTO, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlar bu düzenin bekçiliğini yapıyordu. Çin’in dünya ekonomisine entegrasyonu da bu mimarinin sonucuydu.

UGS 2025, bu dönemin esas olarak kapandığını söylüyor. Neoliberal dönemin “dünya ile entegrasyon” fikrinin yerini; “ekonomik güvenlik”, “teknolojik egemenlik”, “ulusal kapasite inşası” kavramları alıyor.

 (...)

Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.

yazının tamamını oku ak için tıklayınız


Friday, December 05, 2025

“Ulus Devlet çok gerekli ama sizin için değil!”

 2025 Ulusal Güvenlik Stratejisinde, ABD ulus devleti yeniden siyasetin ve güvenliğin merkezine yerleştiriyor. Egemenlik, sınırlar, kültürel birlik, teknolojik kapasite ve ekonomik korumacılık artık anahtar kavramlar. Neoliberal dönemin “sınır aşan dünya”sı kapanırken ulus devlet, yeniden hem kapitalist birikimin hem güvenliğin hem de ideolojinin temel platformu hâline geliyor.

Fakat tam da bu noktada, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Tom Barrack’in sözleri çarpıcı bir emperyalist paradoksu gün yüzüne çıkarıyor. Barrack, “Akdeniz’e açılan çok sayıda fosil yakıt kaynağının bulunduğu Hazar Denizi’miz var ve Yunanistan ile Türkiye bize bir kapı; ancak 1919’dan beri ulus devletler tarafından engelleniyoruz. Yeni bir bölgesel düzenlemenin zamanı geldi” diyerek, ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Stratejisinde önem verdiği ulus devletin başka ülkeler, bölgeler söz konusu olduğunda aslında nasıl bir engel olarak görüldüğünü açıkça dile getiriyor.

Barrack’ın sözler, yeni küresel düzenin gerçek dinamiğini ele veriyor: Ulus devleti yücelten Yeni Ulusal Güvenlik Strateji, aslında ulus devletleri ABD’nin emperyal çıkarlarıyla çeliştikçe aşılacak hatta yıkılacak engeller olarak görüyor.

Bir yandan ulus devlet kutsanıyor; öte yandan Türkiye ve Iran gibi ülkelerin egemenliği, ABD’nin Hazar-Akdeniz enerji koridoruna dair jeopolitik hesaplarına “tarihsel engel” olarak görüyor.

Neoliberal dönem, ulus devletleri küresel pazarın gerekleri adına geri plana itiyordu. Yeni dönem ise ulus devleti yeniden konumlandırıyor ama tutarlı bir egemenlik savunusuyla değil; enerji, teknoloji, güvenlik ve ticaret koridorlarının yeniden paylaşımı üzerinden.

 1919 vurgusu tesadüf değil: ABD’nin gözünde Hazar’dan Akdeniz’e enerji akışı, ulus devletlerin ortaya çıkışıyla kesintiye uğramış bir “doğal hakkın” restorasyonu gibi sunuluyor. Bu, klasik bir yeniden paylaşım söylemidir.

Hazar Denizi’nden Akdeniz’e uzanan enerji güzergâhı, ABD açısından yalnızca bir ekonomik alan değil; Çin’i çevrelemenin, Rusya’yı sınırlamanın ve Avrupa’yı bağımlılaştırmanın stratejik bir parçası. Bu nedenle Türkiye bir ortak olmaktan çok, yeniden paylaşım denkleminde konumlandırılması gereken bir jeopolitik geçit olarak değerlendiriliyor. 

Yeni güvenlik stratejisinin ulus devleti yükselten dili ile Barrack’in ulus devletleri aşmayı, hatta yıkmayı ima eden çıkışı arasındaki gerilim, aslında şunu gösteriyor:

Ulus devlet  ABD için çok önemli, vaz geçilme bir ilke ama sizin için değil!

Enerji koridorlarının yeniden tasarlandığı, teknoloji sermayesinin yeni hegemonik sınıf olarak yükseldiği ve küresel rekabetin sertleştiği bir dönemde, bu paradoks daha da görünür hâle geliyor.

Ulus devlet, emperyalizmin ihtiyaç duyduğu sürece kutsaldır; aksi hâlde aşılması, yıkılması gereken bir engeldir.

Bu da bizi kaçınılmaz bir sonuca getiriyor: Neoliberal küreselleşme bitti, şimdi  büyük güçlerin ulus devletleri jeopolitik yap-boz parçaları gibi gördüğü yeni bir paylaşım çağındayız..

 

Thursday, December 04, 2025

2026’ya girerken militarizm ve faşizm

 


Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım. Sistemik riskler artmaya devam ediyordu. Madalyonun öbür yüzünde, ekonomik kırılganlığın giderek siyasal, askeri bir boyut kazandığını görüyoruz.

Batı dünyası, özellikle ABD ve Avrupa, yalnızca ekonomik belirsizlikle değil, derinleşen jeopolitik kaygılarla da karşı karşıya. Bu kaygının merkezinde iki olgu öne çıkıyor: Birincisi, teknoloji elitinin -Silicon Valley’in “apocalypse capitalism” olarak adlandırılan, kısmen teolojik bir çöküş (kıyamet) beklentileri. Bu beklentiye stratejik mineraller, yapay zekâ ve enerji eksenli neokolonyal eğilimler eşlik ediyor. İkincisi ise ABD Avrupa-Rusya üçgeninde dengeler bozulur, ABD hegemonyası altında şekillenmiş küresel güvenlik mimarisi çözülürken savaş teknolojileri, bir sermaye birikim alanı olarak yeniden önem kazanıyor.

(...)

ASKER DE GEREKİYOR 

Ekonomik durgunluk ile Ukrayna savaşının, Trump-Putin ilişkisinin getirdiği güvenlik kaygıları altında Avrupa yeniden silahlanıyor. Askeri kapasiteyi genişletme arzusu, kaçınılmaz olarak askerlik konusunu da gündeme getirdi. Örneğin Almanya’da hükümet, zorunlu askerlik konusunu tartışmaya açıyor; kısa dönemli ulusal hizmet modeliyle genç nüfusun orduda etkinleşmesini planlıyor. Fransa da ordusunu genişletmek istiyor ama zorunlu askerlik popüler değil. Fransa’da Le Pen (faşist hareketin parlamenter lideri) Almanya’da AfD zorunlu askerliğin geri getirilmesini, ulusal disiplinin artırılmasını istiyor.

(...)

Günümüzün faşizmi tabii ki 1930’lar faşizminin kopyası değil; günümüzün teknolojik, ekonomik ve kültürel malzemeleriyle yeniden üretilmiş bir faşizm bu. Bu dalga, dün çizgi romanlar, dergiler, filmler ile yaygınlaşırken bu gün, X, TikTok gibi, sosyal medya platformları, bilgisayar oyunları, YouTube yayınları üzerinden üretilen ırkçılık, homofobi, kadın düşmanlığı, erkeklik kültü yansıtan “meme”ler ile hızla yayılıyor.

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayınız 

Monday, December 01, 2025

2026’ya girerken dünya ekonomisi

 


Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.

RESESYON OLASILIĞI YÜKSEK

IMF 2024’te yüzde 3.3 olan ekonomik büyüme hızının 2025’te yüzde 3.2’ye, 2026’da 3.1’e gerilemesini bekliyor. Dünya Bankası’na göre 2025’te küresel ekonomik büyüme yüzde 2.3 olacak; Banka 2026-27 ortalamasının yüzde 2.5 dolayında kalmasını bekliyor.

Birleşmiş Milletler (DESA) 2025- 26 ortalamasının yüzde 2.5 olmasını bekliyor. Morgan Stanley’in beklentileri yüzde 3-3.1 düzeyinde. Oxford Economics yüzde 2.8 diyor, bir yavaşlama trendine işaret ediyor. Kısacası her ülkeyi aynı derecede etkileyecek olmasa da güçlü bir resesyon olasılığı söz konusu. Baltık Kuru Yük Endeksi (BDI) için 2025 ve 2026 yıllarına yönelik genel beklenti, küresel düzeyde navlun oranlarının 2024 seviyelerine kıyasla daha düşük olacağı yönünde. Bu gösterge de resesyon olasılığıyla uyumlu.

IMF, dünya ekonomisinin, 2024 sonları, 2025 başlarında yapay zekâ, iyileşen finansal koşullar gibi faktörlerin etkisiyle beklenenden daha dirençli çıktığına, ancak jeopolitik gerilimler, ekonomik politika belirsizlikleri, artan gümrük tarifeleri potansiyeli gibi süregelen risklerin büyüme dinamiklerini baskıladığına işaret ediyor

DİKKATLER YZ ÜZERİNDE

IMF, dünya ekonomisinin yapay zekâ, iyileşen finansal koşullar gibi faktörlerin etkisiyle beklenenden daha dirençli bir performans gösterdiğini söylerken Oxford Economics “Yapay zekâ bir şok emici mi, yoksa şok büyütücü mü” diye soruyor. Bu sorunun cevabı, YZ şirketleriyle finansal piyasalar arasındaki ilişkinin dinamikleri bağlamında, özellikle dünyanın en büyük ekonomisi, finans merkezi, rezerv paranın kaynağı olmaya devam ettiği için de küresel ekonomi üzerinde kritik bir etkiye sahip ABD için özellikle önemli.

(...)

ABD ekonomisi, 2026’ya kırılgan, teknoloji odaklı dinamiğe fazlasıyla bağımlı bir şekilde giriyor. Dünya ekonomisi bir resesyon eşiğinde. Bu tablo hem finansal piyasalar hem de reel ekonomi açısından sistemik risklerin artmaya devam ettiğini gösteriyor.


Yazının tamamını okumak için tıklayınıuz

Thursday, November 27, 2025

‘Süreç’ gerçek değil!

 

“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun. Ülkede artık böyle ayrıntıların önemi yok ama, ne yazık ki “süreç” de gerçek değil. Çatlaklarından ısrarla başını çıkaran imkânsızlığını örtmek için üretilen “eşit vatandaşlık”, “komünalist toplum” gibi fantezileri benimsemek de olanaksız.

‘EŞİT VATANDAŞLIK’

Tabii akla her şeyden önce, eşit vatandaşlar olarak seçilip Meclis’e girenlerin dillendirdiği “eşit vatandaşlık” talebi geliyor. Peki, “ıslak yağmur”, “sıcak ateş” gibi bir “oxymoron” olmanın ötesinde (vatandaşlık kavramı eşitliği içerir) bu “eşit vatandaşlık” talebi hangi sancılı gerçeği örtmeyi amaçlayan bir fantezi olarak karşımıza çıkıyor?

Bu fantezi şu sancılı gerçeği örtmeye çalışıyor: Bu “süreç” Kürt (ve de Türk) vatandaşların haklarının, özgürlüklerinin genişletilmesi, yaşam koşullarının iyileştirilmesi bağlamında gerçek değil! Daha açık söylemek gerekirse tarihsel bir sorunu çözmek, yaklaşık 40 yıldır sürmekte olan çatışmaları gerçek bir barışla sonuçlandırmak için barışması gereken halklar “sürecin” içinde deyim yerindeyse “masada” yoklar. Barış için gereken, Demirtaş’ın “Sürecin muhasebesi: Neler yapabilirdik ya da yapabiliriz?” yazısında önerdiği simgesel barışma, “ruhsal yakınlaşma” adımları üzerinden emeklemeye başlayabilecek gerçek bir toplumsal diyalog gündemde değil. Böyle bir diyalogu teşvik edecek, destekleyecek ekonomik, demokratik, kurumsal ve hukuksal reformlar da... Aksine süreç olarak faşizm ilerliyor.

Peki öyleyse ne oluyor? “Süreç” platformunda, konuşanların karşılıklı olarak ileri sürdüğü talepler gerçekleştiğinde ne Türk ne de Kürt vatandaşların demokratik, ekonomik haklarında, belki Kürtçeye tanınacak ayrıcalık umudundan başka nasıl bir iyileşme olacak? Türkiye kapitalizminin emperyalist sistem içinde, bağımlılıkları kapsamında yarattığı bölgesel eşitsizlikler, bunları yeniden üreten feodal-patronaj ilişkileri, sınıf ilişkileri ve tabii çelişkileri nasıl değişecek? Bugün egemen olan sınıflar matrisi varlığını koruyacak, belki bu matrisin içinde onu oluşturan unsurların arasındaki yeğinlikler skalasında, o da belki, bir değişiklik olacak.

(...)

‘KOMÜNALİST YAŞAM’ 

Bu elitler arası pazarlığı gizlemek için de türlü fanteziler havada uçuşuyor. En tuhafı da “kurucu liderin” ürettikleri.

Bu fantezilerin başında da Kürt halkına layık görülen, tarihsel-diyalektik materyalizm karşıtı “komünalist -adeta korporatist-yaşam” vaadi geliyor. Bu vaadin arkasındaki felsefi ve bilimsel kargaşayı tartışmaya gerek yok, yalnızca şu soruyu bırakıp geçeyim: Bu “komünalist” toplumu ayakta tutacak ekonomik-artık nasıl, kimler tarafından üretilecek, karşımıza “şeyler” olarak mı yoksa “değer” olarak mı ya da başka bir biçimde mi çıkacak? Nasıl paylaşılacak? Kürt bölgelerinde gelişmeye, dünya ekonomisiyle, emperyalist sistemle bütünleşmeye devam eden kapitalizm; onun sınıfları, onları, banka, fabrika, AVM, tarım ve hayvancılık mülkiyetleri, hatta sanayi, tarım, gig ekonomisi emekçilerinin sendika ve örgütlenme haklarına bu “komünalist toplumda” ne olacak?

(...)

yazının tamamını okumak için tıklayımız

Monday, November 24, 2025

‘Evrenin yeni efendileri’

 

The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi. Bugün “evrenin yeni efendileri” hızla değişiyor: ABD’de teknoloji sermayesi, sınıflar matrisinin lider fraksiyonu konumuna yükseliyor.

Bir sınıf fraksiyonu, kendi birikim mantığını devletin stratejik öncelikleriyle birleştirerek sektörel çıkarlarını “ulusal çıkar” olarak yeniden paketleyerek hegemonik konuma yükselir; devlet harcamalarını, sanayi politikalarını ve dış politikayı kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirir.

Amerika’da 19. yüzyılda demiryolları gelişmeci ve genişlemeci (soykırımcı) devletin çekirdeğiydi; 20. yüzyılın ortasında otomotiv, savunma, enerji devletin temelini oluşturdu. 1980 sonrası, özellikle 1990’larda finans kapital neoliberal küreselleşmenin motoruydu. Bugün ABD’de devlet artık çipler, GPU zincirleri, veri merkezleri, YZ laboratuvarları ve yazılımın, savunma iç-dış istihbarat kompleksinin gereksinimlerine bağlanması etrafında örgütleniyor.

Bu gelişmelerin bir izdüşümünü, Dış İlişkiler Konseyi’nin (CFR) geçtiğimiz günlerde yayımlanan, yükselen teknolojilerle devlet arasında başlayan sembiyoz ilişkiler üzerine, “Ekonomik Güvenlik”başlıklı raporunda görebiliyoruz. 

(...)

Rapora göre, yapay zekâ girişimlerine devlet garantileri, YZ sunucuları için gerekli elektronik sistemlerin üretimine 900 milyon dolarlık sübvansiyon-hibe programı, kuantum ve biyoteknolojiye stratejik destek gerekiyor.

Raporu hazırlayanlardan, James Taiclet, 2020-2024 arasında 313 milyar dolarlık savunma kontratı alan Lockheed Martin’in CEO’su. Gina Raimondo, hem eski ticaret bakanı hem de YZ şirketlerine yatırım yapan bir girişim sermayesi fonunun kurucusu. Justin Muzinich, teknoloji ve sanayi kredilerine yoğunlaşmış küresel bir finans firmasının yöneticisi. Thomas Donilon BlackRock başkan yardımcısı.

Rapor, YZ ve ileri teknolojileri ulusal güvenlik meselesi olarak sunuyor, böylece riskleri kamunun üstlenmesini, şirket kârlarının güvenceye alınmasını istiyor. Raporun dili, Soğuk Savaş döneminin sanayi seferberliğini andırıyor; ancak bugün “motor”, sanayi değil, büyük teknoloji-finans-savunma kompleksi. 

(...)

yazının tamamını okumak için

Thursday, November 20, 2025

Arjantin’de Milei zaferinin şifreleri

 


Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler: Neoliberalizm hâlâ canlı ve seçim kazanıyor. Sol şaşırdı: Halk kendilerini yoksullaştıran politikalara oy verdi. Gerçek çok daha karmaşık. Her iki yorum da yanıltıcı. Birincisi: Milei’nin seçim zaferi neoliberalizmin bir zaferi değil, aksine neoliberal küreselleşme sonrasında yeniden şekillenme dinamiklerinin bir parçası. İkincisi: Halkın kendilerini yoksullaştıran politikalara oy vermeye devam ettiğini söylemek o kadar kolay değil. İkincisinden başlayalım.

BİRTAKIM TUHAFLIKLAR 

Milei’nin seçmen tarafından onaylanma oranı şubat ayında yüzde 43.7. Bu oran istikrarlı olarak düşerek eylül sonunda yüzde 32.1 olmuş. Onaylamayanların oranı da yüzde 40.01’den yüzde 53.7’ye yükselmiş. Milei’nin, bu ortamda seçim kazanmış olmasından başka bir tuhaflık daha var. Milei’nin partisi 2025 Mayıs Buenos Aires kenti belediye seçimlerini muhalefetin 27.9 oyuna karşılık 30.7 oyla yüzde 3 farkla kazanmıştı. Buna karşılık eylül başında yapılan Buenos Aires eyalet seçimlerini 33.7’ye karşılık 47.28 ile kaybetmişti. Ekim sonunda yapılan genel seçimlerde Buenos Aires’te Milei’nin oy oranını aniden artırarak eyalet düzeyinde yüzde 41.5 ve kent düzeyinde yüzde 47.1 ile kazandığını görüyoruz.

Kısacası, bir ay gibi kısa bir sürede, seçmenin onaylama oranı düşmeye devam ederken sandıkta inanılması zor, açıklanması gereken bir oy kayması olmuş. Muhalefetin inanılır bir alternatif sunamamış olması bir yana iki gelişmeye dikkatle bakmak gerekiyor. Birincisi, seçimlerden önceki aylarda Milei, ABD’deydi; Altman (GPT), Zuckerberg (Facebook), Musk (X), Thier (Palantir, Paypal) ve üst düzeyGoogle yöneticileriyle görüşüyordu. Bunlar, topladıkları kişisel veriler üzerinden algoritmalarla sosyal medya, e-mail mesajlarıyla seçmen manipülasyonu, yönlendirme, caydırma alanlarında uzman kuruluşlar. İkincisi, Trump Milei’nin seçimleri kazanmasını istiyor, 20 milyar dolarlık swap anlaşmasıyla mali destek veriyordu. Maliye bakanı Bessent’in dediği gibi, J.P. Morgan, Citigroup ve Santander Bank bu alanda yardımcı olmuş. Seçimlerden sonra Wall Street Journal, “Yatırımcılar çok sevinçli”diyordu.

YENİDEN ŞEKİLLENME DİNAMİKLERİ

“‘Gizli (stealth) sömürgecilik’ ve Türkiye” başlıklı yazımda neoliberal küreselleşmeden sonra dünya ekonomisinin ve jeopolitiğinin yeniden şekillenmekte olduğuna işaret etmiştim. Bu yeni evre doğrudan kaynak kontrolü, altyapısal bağımlılık ve jeopolitik rekabet üzerine kuruluyor. Bu dönüşümü, “gizli (hatta hortlak) sömürgecilik” olarak da tanımlayabiliriz. Arjantin’de Milei ile başlayan dönem neoliberalizmin bir kalıntısı olmaktan daha çok, bu yeni dönemin bir parçası.

(...)

Yazının tamamını okumak için